Mutlu Sonla Bitmeyen Masallar | Serpil KILIÇ

W. Shakespeare

Korkmak..
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

Keşke sadece bir sonede kalabilseydi korku. Ne zaman korkmaya başladık? Bu soruyu kendime de sordum ve aklıma dedemin bana anlattığı masallar geldi. Öyle masallardı ki onlar, vahşi canavarlara tutsak olan insanların hikayeleriydi çoğu. Dedem ne yapar eder o hikayelerin sonunu bana anlatmak istediği şeye bağlardı. Ben her defasında tekrar tekrar dinlemek isterdim o masalları. Ben de bir masal anlatmak istedim. Bu diyarın korkularına dair, bu korkuların içimize sirayet ettiği bir yaşama tutunma ümidine dair.
Bir memleket düşünün ki; gün doğumunu, bir ırmağın kızıllığıyla müjdelesin size. Bir memleket düşünün ki; alabildiğine bozkırlarını, kızıl dağlarının eteğine kondursun. Kan kızıllığında bir memleket… Pir Sultanların, Alişerlerin, Zarifelerin, Hasret Gültekinlerin memleketi demeyi isterdim ama işte o kan kızıllığı hep mani oluyor buna.
“Memleketimin suçu ne?”diye savunurken buluyorum kendimi sonrasında. Belki o kızıl şehrinde bir kehaneti vardır. Affetmedikleri, affedemedikleri, kehanetine sebep olanları…
İşte bütün bunlar bir kız çocuğunun uykusundan sıçrayarak uyanmasına, uyandıktan sonra kulağına ilişen seslerin evrende kaybolamamasına dairdir. Kız çocuğu öyle bir korkuyla sıçramıştı ki yatağından, aklına dedesinin anlattığı masallar geldi. Tam ağlayacaktı ki birileri ondan önce davranmıştı. Bu ağlamalar çok tanıdıktı ona, sulu gözlünün tekiydi zaten.
Her makama uygun ağlayabilirdi. Oyuncağı alındığında başka, canı acıdığında başka, bir şeye zorlandığında başka ağlardı. Kimdi peki ondan rol çalan? Sulu gözlü olduğu kadar meraklıydı da. Hemen kendisini dışarı attı, üç beş tavuktan başka hiçbir canlı ilişmedi gözüne, ama sesler artık daha net duyuluyordu.
Kararlı bir şekilde seslerin geldiği yöne doğru yalın ayak yürümeye başlamıştı. Öyle bir yürüyordu ki sanki büyülenmişti. Sesler gitgide yakınlaşıyor, yakınlaştıkça küçük kız korkmaya başlıyordu. Bir an durdu; tam yalnızlığına ağlayacaktı ki, burnunu çekerek devam etti. Sesler yakınlaşıyor, yakınlaştıkça ağıtlara dönüşüyordu. Daha önce de ağıtlar duymuştu ama bu sefer ağıtlarda, hüznün yanında korku da vardı. Tedirgin, iç parçalayan ağıtlardı her biri. Gözleri doldu ama yürümeye de devam etti; tekrar durdu, meydandaydı işte. O an bütün sokakların ıssızlığı yok oldu. Onlarca kadın dövüne dövüne ağıt yakıyor, erkeklerse bütün kederlerini meydanın duvarına yaslanarak içlerine çektikleri sigaranın dumanıyla dışarı akıtıyorlardı. Bir el omzuna dokundu küçük kızın;döndü baktı,sıkıca tuttu dedesinin elinden ve onu eve doğru sürükledi. Ancak kaçamadı, yürürken onlarca ağıttan sadece bir söz çalındı kulağına:“Ewşewitandin!”,“Onları Yaktılar!”
Küçük kız büyüdü sonra. Aklında hep o an kaldı. “Gerçek miydi, yoksa aklı ona bir hikaye mi yazdırmıştı!” bilmiyordu, bilmeyecekti. Bir anlamı da yoktu. Ama bir şeyi çok iyi biliyordu; gerçek korkuyla tanışmıştı. Bir Alevi geleneğine göre yakılan bir ateşi söndürmek için üstüne su dökmek günahtır, ateşin canını acıtmadan söndürebilecek yegane şey ise topraktı. Yananlar böyle naif bir geleneğin kahramanlarıydı. İşte tam da bu yüzdendir ki ölümleriyle bile yaşamı onurlandırmışlardı. Kuşkusuz, korkusuz korkaklara verilebilecek en güzel cevap buydu.


evrensel.net | Serpil KILIÇ | Dramaturg / Tiyatro Öğretmeni

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir