Aleviler uzun zamandır o kadar ölmemişti. 38 Dersim kavim-kırımından sonra suskunluk bir bıçak gibi kesiyordu ağızdan çıkan her sözü. Aleviler hatırlamanın dayanılmaz kıldığı o katliamı susarak atlatmayı istemişti. Olmadı. Olamazdı da. Çünkü bu coğrafyada yalnızca yaptıkların değil, bazen bizzat varlığındır devlet için en büyük tehdit ve tehlike. Bir başkasının yaşamına son verebilme ‘meziyeti’ ise devletlerin oluş nedenidir. Ayakta kalabilme biçimidir. Davranış kalıbıdır. Ve devletlerin hafızaları insanlardan güçlüdür. Onlar unutmadıkları gibi hatırlatmayı da sever. Bu nedenle onlar var oldukça yeni katliamlar da olacaktır. Siz unuttukça onlar hatırlatacak, kanı tazeleyecek, hatta yüzlerindeki müteessir ifadeyle cinayet alanına yeniden dönecektir.
Devlet Dersim’de yaptığı kavim-kırımı Alevilere 70’li yılların sonunda bir kez daha hatırlatmıştı. Toplu cinayet mahali ise en son Sivas’tı. Aleviler ölümlerle yeniden uyandı ve suskunluğun kâr değil daha fazla ölüm olduğunu anladı. Devlet neden öldürür? Bu, ontolojik yani varlığa ilişkin bir sorundur. Devletin Alevi kurbanlarıyla kurduğu ilişkinin mahiyeti de varoluşsal bir sorunu işaret eder. Yani devletin Alevi’yi potansiyel kurban olarak görmemek için ya kendi kodlarını değiştirmesi ya da Alevi’yi değiştirmesi gerekmektedir. Çünkü devlet Alevi’siz kurulmuştur.
Ben burada Alevilerin devlet içerisinde kazandıkları bürokratik makamlar gibi artık oldukça fazla sıkıcı hale gelmiş meseleden bahsetmiyorum. Zaten mesele hiçbir zaman bir Alevi’nin devletin üst düzeyinde olması değil. Mesele bir generalin, bir genel başkanın, bir yargıcın cemevinde dedenin karşısında dar’da durabilmesi, bunu kamunun bilmesi ve buna rağmen görevini layıkıyla yapıyorsa ona engel olunmamasıdır. Ama hiç öyle olmamıştır. İşte bu ontolojinin sorunudur. Devlet kendisinin istediği gibi bir Alevi’yi kabul ederken diğerlerini tehdit olarak görmektedir. Çünkü o Alevi’siz kurulmuştur.
Mesele Kürtler için de tam olarak böyle. “Kürtlerden cumhurbaşkanı bile oluyor daha ne istiyorlar” söyleminin arkasında yatan mesele de varoluşsaldır. Kürtler bir Kürdün cumhurbaşkanı olmasını değil Kürtçe konuşan birisinin de cumhurbaşkanı olabilmesini istemektedir. Burada da ontolojik, varlıksal bir sorun bulunmaktadır. Devlet kendi varlığını dayandırdığı ya da başka bir ifadeyle kendisine devlet dediği anda kendisine atfettiği ve bundan da gururla bahsettiği kimi nitelikler nedeniyle (Türk, Sünni, Erkek) bunların dışındakileri hep bir tehdit olarak algılayagelmiştir. Çünkü devlet aynı zamanda kadınsız ve Kürtsüz de kurulmuştur.
AKP’nin Osmanlı olabilmesinin önündeki en büyük engel de budur. O Osmanlı’dan bile kötüdür. Osmanlı bu tür unsurların üzerine gidip kafasını keserken en azından onların varoluş biçimine karışmadan bunu yapıyor ve kısaca onları sadece reddediyordu. O tarz reddetmek bile varlığın kabulüydü. Alevi’yi tanıyor ancak onu sapık sayarak görmek istemiyordu. Ermeni’yi tanıyor ama onu hain görüyordu. Oysa cumhuriyet AKP’si onları oldukları gibi görmek de istemiyor. Sadece AKP değil diğer bazıları da. Onlar için Alevi’nin bir tanımı, Kürdün bir tanımı, yurttaşın özdesi ve sözdesi var. Bu nedenle kendi tanımları dışındakileri ya terörist ya marjinal ilan ediyorlar ya da onların katledilmesine göz yumuyorlar.
Devletlerin hafızası oldukça iyidir ve onlar size sürekli sınırınızı ve ne olduğunuzu hatırlatırlar. Ya devletin tanımına uyacaksınızdır ya da devlet tarafından meşru gerekçeler üretilerek kurban edilmeyi kabul edeceksinizdir. Kürtler dağdan inip ‘düz ovada’ siyaset yapsın diyenlere ‘düz ovadaki siyasetin’ bile gıcık vermesinin nedeni budur. Mesele Kürdün yaptığı siyaset değil onun ontolojik/varlıksal olarak ürettiği tehdittir. Bu nedenle devlet, örneğin, Alevi’nin de hukuksal olarak haklarıyla değil onun inancıyla, dedesiyle, cemeviyle, cemiyle ilgilenmektedir. Yani varoluş kodlarıyla ilgilenmektedir. Suruç’ta patlayan bombadan sonra ölenlerin gülen yüzlerinin paylaşıldığı fotoğrafların ya da ölen uzman çavuşun fotoğrafının kimilerinin vicdanına bile dokunmadan geçmesinin nedeni de budur. Çünkü onların vicdanı da kendileri neden oluşuyorsa o kadardır. Türktür, Kürttür, Sünnidir, Alevidir, kadındır ya da erkektir. Ve diğer herkes de öyle olmak zorundadır.
Peki, katliamlar devam mı edecek? Öncelikle, unuttukça evet. O nedenle asıl fail unutan ve unutturmak isteyendir bilmek gerekiyor. Katliamdan sonra kaç cümle kurarsa kursun içinde tek bir ‘ama’ geçirenler asıl faillerdir bilmek gerekiyor. Ölenlere değil nedenlere odaklananlar asıl faillerdir bilmek gerekiyor. Öldüreni değil öleni sorgulayanlar asıl faillerdir bilmek gerekiyor.
Peki biz? Varlığımızı nasıl yeniden şekillendireceğiz? Nefreti sözlerinden okunanlardan zaten bahsetmiyorum. Ölümler az olmuş diyecek kadar alçaklaşanlardan da. “Patlamada şunlar bunlar yoktu ama” diyenlerden de bahsetmiyorum. Bizler!? Hani şu patlamadan sonra sosyal medyada paylaştığınız kınama fotolarından -çok değil bir saat sonra- plaj keyfi, kahve keyfi fotoğraflarını paylaşırken unutanlar ve devletin yeniden hatırlatmasını bekleyenler! Bizler ne olacağız? Bizim kederimiz ne zaman kendinden başka herkese nefreti olanların nefretleri kadar samimi olacak? Böyle mi değişecek ve değiştireceğiz dünyayı? Saflar daha da sıklaşırken kendimize çeki düzen vermeyecek miyiz?