Maraş’ın Sarı Saçlı Kızı Hatice, Menekşe Ana ve Tuzluçayır Lisesi | Veli Bayrak

Kim tutabilir ki acının elini. Acının yolunu kim gözleye bilir ki. Ben tuttum! Çok sonraları fark ettim ki o acı yüreğimdeydi aslında ama ben yine de tuttum. İyi ki de tuttum.

Ortaokul birinci sınıf ürkekliğinin vermiş olduğu bir kızarıklıktı yüzümde ki. Ayrıca kendimde utangaç biriydim. Örneğin sesim güzel diye büyüklerim bana türkü söyletirdi ama ben utancımdan söyleyemezdim. Ya da söylerdim ama cümleler boğazıma dizilirdi!

Alevi bir ailenin çocuğu olduğum için o yaşta bile hep türküler, deyişler söylerdim. Annem en çokta Şah Hatayi’den deyişler öğretirdi bana:

Biz tüccar değiliz alıp satmayız
Erkan gözetiriz yoldan sapmayız
Gönlümüz ganidir kibir tutmayız
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Hatice’yi ilk ortaokul sırasında tanımıştım. Birde kendinden bir yaş küçük kardeşi vardı. Lakin şartlar onları aynı sınıfta okumaya zorlamıştı.

Hatice’yle daha ilk günden aynı sırayı paylaşmıştık. Tuzluçayır Ortaokulunda sıralar üçer kişilikti lakin bizim sıramız küçük olduğundan biz ikimiz yan yana oturuyorduk.

Şimdilerde ilk tanışmalar, konuşmalar çok daha farklı oluyordur ama köyden kente göçlerin savurduğu çocuklar olarak her an kendimize yakın isimler ve simalar arıyorduk. Bu arayış yabancılaşmanın bize getirdiği bir dayatmaydı adeta. Ana babalarımızdan sürekli bunu görüyorduk. İlk gördükleri kişiye “Nerelisin” diye soruyorlardı tanıdık bir yüz sıcak bir gülümseme bulabilir miyiz diye!

İlk sorum “Nerelisin” olmuştu Hatice’ye. Yine kızarmıştı yüzüm. “Maraş’lıyım” demişti Hatice. Zaten Maraş katliamının üzerinden de bir buçuk yıl geçmişti.

Ahh Hatice. Sarı saçlı, üzüm gözlü, güleç yüzlü Hatice. Maraş’ın sarı saçlı kızı Hatice. Küçücük elleri vardı biliyordum. Yanımda kalemle deftere bir şeyler yazarken en çokta ellerine bakıyordum. Bir keresinde lades tutuşmuştuk o zamanlarda şimdi ki gibi gülüp eğlenebileceğimiz pek başka şeyler yoktu. Silgim yere düştüğünde benden önce yere eğilim silgimi bana vermişti. Ütülmüştüm Hatice’ye. Sevinmişti. Öyle bir gülmüştük ki yaramazlık yaptığımız için öğretmenimiz ikimize de kapının arkasında tek ayaküzeri durma cezası vermişti. Ladesten kaybettiğim kitabı ise tam 3 yıl sonra liseye giderken verecektim.

1978 yılında, 19 Aralık ile 26 Aralık tarihleri arasında, Kahramanmaraş’ta, devlet destekli sivil faşistler tarafından Alevilere yönelik gerçekleştirilen katliamda, yüzlerce alevi canlar katledilmiş, hamile kadınların karnında ki çocuklara varılana kadar genç yaşlı çocuk denilmeden bir katliam gerçekleştirilmişti.

Babamın ve annemin gözleri yaşlı ağlayarak haberleri izlediği günlerdi o günler. Bu katliam aynı zamanda 1993’te Sivas’ta gerçekleştirilecek olan diğer katliamında habercisiydi aslında!

Örneğin kim nereden bilecekti ki, 1980’li ve 1990’lı yıllarda aynı mahallede, aynı sokakta oturduğumuz Gülsün Karababa 1993’te, üstelikte memleketi Sivas’ta katil yobazlar tarafından yakılacaktı.

Hatice ve ailesi Maraş katliamından sağ kurtulup Ankara‘nın yoksul gecekondu semtlerinden biri olan Akdere’ye yerleşenler dendi. Babası ölmüştü Hatice’nin. Annesi, kardeşi ve kendisi Akdere‘de bir gecekonduda oturuyordu.
Lise eylemleri deyince ilk akla gelenlerden biridir 1980 Nisan ayında Turluçayır Lisesinde yaşananlar. Koridordan “Tüm sınıflar dışarı, okulda eylem var” sesleri yükseldiğinde Tuzluçayır Lisesi Ortaokul 1. sınıf öğrencisiydim.

Yaklaşan 1 Mayıs’tan dolayı okulda bir hareketlilik vardı. Üstelik Denizlerin idam edilişinin yıl dönümü yaklaşıyor ve Maraş katliamı da belleklerimize iyice kazınmıştı. Aslında bu eylem Tuzluçayır’da yaşayan yoksul emekçi halkaların, ortaokul ve liseye giden çocuklarının Maraş katliamına olan öfkesinden biriydi.

Okulun en üst katı slogan sesleriyle inliyordu. O sıralar bizi en çok Maraş katliamı etkilemişti. Televizyondan ve gazetelerden gördüklerimiz gözlerimizin önünden gitmiyordu. En çok “Tek Yol Devrim, Maraş’ın hesabı sorulacak ve Kahrolsun Faşizm” sloganları atılıyordu. O günlerin en çok atılan sloganlarından biri de “Alevi Sünni dost olsun faşistler kahrolsun” sloganıydı.

Daha sonra ağabeylerimiz küçük olduğumuz için bizi sınıflarımıza göndermişti. Okulu asker ve polisin çevirdiğini bir süre sonra dışarıdan gelen silah seslerinden anlamıştık.

Okul kuşatılmıştı ve askerler tarafından taranıyordu. Bir ara camdan dışarı baktığımda şu anda inşaatı devam eden Cami-Cemevi inşaatının hemen 30 metre yanında bulunana Caminin minaresinden ateş edildiğini görmüştüm.

Milli Güvenlik öğretmenimiz üniformalıydı ve asker şapkasını eline almış camdan dışarı sallıyordu. Belli ki “Ben buradayım bu tarafa doğru ateş etmeyin” demek istiyordu. Lakin kimsenin umurunda değildi. Camlar kırılmış, kırık cam parçacıkları üzerimize yağıyordu. Duvarlar delik deşik olmuştu.

Yüzükoyun uzanmıştık yere. Kurşunlar birkaç metre yukardan, kafamızın üzerinden geçiyordu. Daha ilk günden itibaren aynı sırayı paylaştığım Hatice’yle yan yana uzanmıştık. Etrafımızda ağlayan ve dua eden arkadaşlarımız da vardı. Ama biz Hatice ile konuşuyorduk:

—Dua biliyor musun?
—Hayır!
—Bende!

Gülüşmüştük. O halde bile gülüyorduk Hatice’yle. Birkaç metre ilerde Ahmet adında bir arkadaşımız dua okuyordu. Hatice’ye o’nu göstermiştim:

—Bak Ahmet dua okuyor, bizim yerimize de eder umarım!
Yine gülmüştü Hatice.
—O dua ancak kendine yeter, Biz iyisi mi yere yapışalım.

Cam kırıkları Hatice’nin kolunu kanatmıştı. Cebimden mendil çıkartıp sildim. Okulun ne kadar büyük bir ablukaya alındığını ve acımasızca tarandığını birkaç gün sonra duvarların ve camların delik deşik olduğunu gördükten sonra anlayacaktık. Epey bir zaman sonra askerler üst kata çıkmışlardı. Kapıyı tekme ile açtıklarında yüzükoyun yerde yatıyorduk. Askerler üzerimizde yürüyorlardı. Asker olan öğretmenimiz koşar adım oradan uzaklaşmıştı.

Koridorda sağa sola kaçışmaya başladık. Hatice’yle birbirimizi kaybetmemeye çalışıyorduk. Bir ara onlarca kişiyle birlikte küçücük bir tuvalete sıkıştırılmıştık. Hatice’nin elini bırakmıyordum lakin sol işaret parmağım kapıya sıkışmış kanıyordu. Hatice kanayan kolunu sildiğim mendili saklamış cebinden çıkartıp bana vermişti. Kan durmuyordu lakin yapacak pek de fazla bir şey yoktu. Sol işaret parmağımda ki iz hiçbir zaman iyileşmeyecek ve hala bıçakla kesmiş gibi parmağımın üzerinde belirgin biçimde duracaktı.

Bir süre sonra okulun en altında bulunan spor salonuna indirilmiştik. Kolumuzdan ya da rast gele yerlerimizden tutarak bizi salona atıyorlardı. Alt alta üst üsteydik. Askerler üzerimizde geziniyor, dipçikle rast gele yerlerimize vuruyorlardı. Özellikle elebaşı olduğundan şüphelendikleri ağabeylerimizi tanınmayacak hale getirdiklerini görmüştük.

Sıraya dizerek okul bahçe kapısından dışarı çıkardılar. Etraf kalabalıktı. Askerler ve polisler çembere almışlardı bizleri. Belli ki aynı hareketlilik dışarıda da yaşanmıştı. Muhtemelen ailelerimiz, ana- babalarımızdı kapıda bekleyenler. Menekşe Ananın (Menekşe Erbay) “İçerde çocuklarımız var, çocuklarımızı öldürecekler” diye bir arkadaşımızı korumaya çalışırken bir jandarma tarafından okul kapısında katledildiğini sonradan öğrenmiştik.

Tuzluçayır Lisesinin duvarında kurşun delikleri yıllarca kaldı. Kuşlar yuva yaptı oyuklara. 12 Eylül faşizmi öç alırcasına tadilat yaptırmadı okula.

Tesadüf bu ya Hatice ile Meslek lisesinde yine beraberdik. Sadece bölümlerimiz farklıydı. Okul tam gün olduğundan sabahları ve teneffüs aralarında buluşuyorduk Hatice’yle. Öğlenleri evden getirdiğimiz yemekleri birleştiriyor okulun bahçesinde ya da civarında bir yer edinip birlikte yiyorduk.

O sabah, ders saati geldiği halde okul müdürü ısrarla sınıfları içeri aldırmamıştı. Tüm okulun eksiksiz bir şekilde bahçede toplanmasını istemişti. Hatice’yi o sabah görmemiştim. Üstelik o’na o gün, ladesten kaybettiğim yaklaşık 70 sayfalık bir kitap verecektim.

Beden Eğitimi öğretmenimiz mikrofonun karşısına geçmişti. Hayatımda duyacağım en kötü haberlerden birini henüz lise birinci sınıfa giderken Beden Eğitimi Öğretmenimizden duymuştum. Öğretmenimiz Hatice’nin evinde ölü olarak bulunduğunu söylemişti.

Bir elimde naylon poşet içinde taşıdığım defter ve kalemlerim, diğerinde ise öğlen Hatice ile birlikte yiyeceğim yemek ve birde ladesten kaybettiğim kitap vardı. Hepsi yere düşmüş öylece kala kalmıştım. Kimi silahla oynarken kendini vurdu dedi. Kimi Hatice’yi polisin vurduğunu söyledi. Bir var ki Hatice 12 Eylül faşizminin o karanlık günlerinde beyaz bir güvercin gibi uçup gitti. Hatice’ye vereceğim küçük kitap ise Dostoyevski’nin Beyaz Geceler isimli kitabıydı.

Maraş katliamının üzerinden yıllar geçti. Maraş’ın sarı saçlı kızı Hatice’nin ölümünün üzerinden de. Bize düşen o gün yitirdiğimiz canları yeniden anıp yeniden anımsatmaktır. Geriye kalan ise bir kitap, parmağımda kanını Hatice’nin sildiği derin bir çizik ve bir arkadaş özlemi. Hiç ölmemişçesine.


Veli Bayrak | Alevice

Kitabımdan…

“Oğluma Öldüğümü Söylemeyin”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir